Yeniçeri Teşkilâtına Dair Bir Risale (Değerlendirme-Karşılaştırmalı Metin)

  • Konbuyu başlatan 1905
  • Başlangıç tarihi
  • Cevaplar 0
  • Görüntüleme 36
  • Okuma süresi: 63:49

1905

Executive
Aslan Kral
Katılım
8 Eyl 2024
Mesajlar
2,430
Tepkime puanı
16
Puanları
38
Osmanlı teşkilat tarihi içerisinde önemli bir yere sahip olan askerî kurumlarla ilgili çalışmalarda kurumların mahiyetini izah edebilmek için dönem kaynaklarının tespit ve tetkik edilmesi elzemdir. Bu askerî kurumlar içerisinde Yeniçeri Ocağı önemli bir yere sahiptir. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu hakkında, geçici asker olan yaya müsellemlerin ihtiyacı karşılayamadığı ve disiplinli, düzenli, daimî, maaşlı bir ordunun gerekliliği düşüncesiyle başlangıçta toplanan savaş esirlerinden teşkil edilmiş olduğu görüşü hakimdir.[1] I. Murad’ın hükümdarlığının ilk yıllarına dayandığı düşünülen ocağın kuruluş tarihi, kesin olmamakla birlikte 1363 yılı olarak kabul edilmiştir.[2] İlerleyen zamanlarda Acemi Ocağı kurulmuş, Devşirme yöntemi ile alınan gençler belli bir süreçten geçerek ocağa dâhil edilmiştir.[3] Başlarda bin kişiden oluşan ve ocak olarak nitelendirilen teşkilat, zamanla farklı birliklerin dahil edilmesiyle genişlemiştir.[4] Kanuni Sultan Süleyman zamanında ocağın kanunları son şeklini almış, ancak onun ölümünden 1826 yılında tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar devşirme sisteminin bozulması, ocağa kabullerde yapılan usulsüzler, ocak mevcudunun kontrolsüz artması, hazine sıkıntısı, rüşvet, iltimas, özellikle XVI. yüzyılın sonlarında yaşanan enflasyonun olumsuz etkileri gibi çeşitli sebeplerle bozulma süreci geçirmiştir. Bu süreçte, XVI. yüzyıl sonları ile XVII. yüzyılda bozuklukların nereden kaynaklandığı ve aranan çareler ile ilgili layihalar ve risaleler kaleme alınmıştır.[5]

Bunların yanı sıra, Yeniçeri Ocağı’nın işleyişinde esas alınan kanunları, teşkilata dair ayrıntılı ve kapsamlı bilgileri ihtiva eden eserleri de tetkik ve tahlil etmek gerekir. Genellikle bugüne kadar aktarılan Yeniçeri usul ve uygulamaları, I. Ahmed dönemi eserlerinden Kavanin-i Yeniçeriyan adlı kaynak eser temel alınarak kaleme alınmıştır. Bu eserin tarihi, dönemin sadrazamı olarak Derviş Mehmed Paşa’dan bahsedilmesinden hareketle 1606 olarak tespit edilmiştir.[6] Orijinali günümüze ulaşamayan ve farklı kütüphanelerde farklı isimlerle kayıtlı muhtelif nüshaları olan[7] Kavanin-i Yeniçeriyân’ın St. Petersburg nüshası olan Mebde’-i Kanun-ı Yeniçeri Ocağı Tarihi adlı eser, Rusça neşrini yapan Petrosyan’a göre, Neşrî gibi klasik Osmanlı Tarihi yazarlarının değerlendirmesine başka ayrıntılar da ekler. Ancak bu ayrıntılar birbiri ile çelişkili olduğundan çok da güvenilir değildir. Kavanin yazarının bilgisi daha sonraki bir döneme aktarılmış sözlü tarih geleneğine dayanmaktadır. Yazar, Yeniçerilerin erken tarihini yazarken XVI. yüzyıl Yeniçerilerinin kendisine anlattıkları ayrıntılardan alıntılar yapıyor gibidir.[8] Bu kusurlu fakirin dedeleri, İstanbul fatihi Sultan Mehmet Han zamanından beri, babadan oğula Yeniçeri Ocağı hizmetinde olup, yapılan gazalarda can ve baş ile oynadıklarından başka, bu kulları da … seferinden beri olan seferlerin çoğunda hazır bulunup ve hala Yeniçeri Ocağı hizmetinde olup, dine ve padişahın devletine dua ve can ve baş ile hizmete devam ederken bir bilge ihtiyar “Ocağın kanun ve kaidelerini dedelerinizden duyduğun ve kendin bilip gördüğün üzere ayrıntılarıyla padişaha bir risale halinde yazıp, beyan et; ta ki bakıldığında kanun ve kaideler gereği gibi uygulanırsa Allah’ın yardımıyla faydası ola” deyince bu biçare de dokuz kısım üzerine beyan ettim diyerek dedesi ve babası gibi ocak mensubu olduğunu ve Sultan I. Ahmed’e sunmak üzere yazdığını ifade eder. Amacının uygulanmayan kanunları hatırlatmak olduğunu vurgular.[9] Dedesi Saka Mahmud’un 14 yıl İstanbul Ağalığı yapmış olduğunu da ifade eder.[10] Bu eserde müellif, kul sisteminin bel kemiğini teşkil eden Yeniçerilerin kanunlarını, âdetlerini tespit ederek derlemeye çalışmıştır. Sadece ocağın kanunlarını ele almakla kalmamış, ocağın iç mekanizmasını da göstermek istemiştir. Eski ocak geleneklerine aykırı olan uygulamaları ve bunların kaldırılması konusundaki önerileri de ele alarak nasihatname türünden bir eser vücuda getirmiştir. Müellif ocaktaki tecrübeleri doğrultusunda Yeniçerilerin Osmanlı askerî teşkilatındaki önemlerinin bilinciyle, ocak düzelmediği takdirde diğer tüm müesseselerin de düzelmeyeceğini düşünür. Bu sebeple de Yeniçerilerin gücüne gölge düşüren tüm kanuna aykırı uygulamaların belirlenip kaldırılması fikrini taşır.[11]

Yeniçeri Ocağı ile ilgili diğer önemli kaynaklar ise; Ahmed Cevad’ın Tarih-i Askeri-i Osmani, Eyyubi Efendi Kanunnamesi’nin yanı sıra Kitab-ı Müstetab ve Koçi Bey Risalesi de bozuklukları dile getirirken ocağın eski ve temel kanunları hakkında bilgiler içermektedir. Risaleyi, yukarıda belirttiğimiz eserlerle karşılaştırdığımızda, risalede anlatılan hadiselere, ocağın genişletilmesi ve iyileştirilmesi noktasında imar faaliyetleri ile Kanuni döneminde ihdas edilen bir takım kanunlara dair bilgilere rastlayamadık. Risalenin verdiği bilgilere yakınlığı bağlamında değerlendirirsek Yeniçeri Ocağı tarihini konu edinen eserler içinde, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın, Kapukulu Ocakları adlı eserinde, risalede verilen bilgilerle kısmen örtüşen hususlar yer almaktadır. Ancak ele aldığı bazı konuların çalıştığımız risalede yer almaması Uzunçarşılı’nın kullandığı kaynağın bu risale olmadığını ortaya koymaktadır. Meselâ Uzunçarşılı, ocak talimhanesi hakkında bilgi verirken Yeniçeri Teşkilat Mecmuası s. 6-7’den naklen bilgiler vermiş, eserinin farklı sayfalarında ise Yeniçeri Teşrifat Defteri adlı bir çalışmayı daha kaydetmiştir.[12] Uzunçarşılı’nın bu eserinde zaman zaman Yeniçeri Teşrifat Mecmuası olarak bahsedilen hususi kütüphanesindekinin dışında bir başka eser daha zikredilir. Bu eserin ise Halis Efendi Kitapları No: 6166’da kayıtlı olduğu ifade edilmiştir.[13] Risalenin farklı nüshaları olma ihtimali kuvvetli olan bu eserlerin orijinal metnine ulaşamadık. Maalesef bunun sebebi, genel olarak eserlerin ya hususî kütüphanelerde yer almaları ya da farklı arşiv ve kütüphanelerde, çoğu kez içeriği yansıtmayan başlıklarla ve nüshalarının farklı adlarla kataloglara kaydedilmiş olmasıdır. Tespit edilebilen nüshalar bazan tamamen tesadüfî olarak karşımıza çıkmaktadır. Keza incelediği miz risale de, Avusturya Seferine Dair Bir Risale gibi eserin muhteviyatını tam olarak yansıtmayan bir başlıkla kaydedilmiştir.[14]

Yeniçeri Ocağı kanunları ve işleyişi hakkında yazılmış olan bu risale, kuruluş aşamasından itibaren kaldırıldığı tarih olan 1826’ya kadar hiç kuşkusuz zamanın etkilerine en çok maruz kalan askerî müesseselerden olan Yeniçeri Ocağı tarihi için vazgeçilmez bir kaynak değeri taşımaktadır. Eser, en erken XVII. yüzyıla tarihlendirilen ocak kanunlarını ihtiva eden teşkilat eserlerinde yer alan bilgilerin bir kısmını Kanuni döneminde yaşanmış hadiselere dayandırması, yine bu olaylar çerçevesinde uygulanan kanunları içeren erken tarihli ilk el kaynaklardan olması bakımından bilhassa değerlidir. Daha evvelden Fatma Kaytaz ve Ahmed Akgündüz tarafından Süleymaniye Esad Efendi nüshasının metin neşri yapılmış, her iki çalışmada da herhangi bir nüshasından söz edilmemiştir. Oysa ki, İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi No: 3293’te Kanuni Devrinde Yeniçeri Ocaklarına Dair Bazı Merasim başlığıyla kayıtlı olan bir mecmua içerisinde yer alan ve bu risalenin başka bir nüshası olduğunun farkına varılmaksızın çeşitli araştırmalarda kullanılmış olan ikinci bir nüshası daha bulunmaktadır.[15] Üçüncü nüshası olan TTK nüshası ise, varlığından dahi bilim dünyasının haberdar olmadığı dolayısıyla da hiçbir çalışmada araştırmacılar tarafından kullanılmamış olan nüshadır. Bu makale vesilesiyle hem İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi nüshası hem de TTK nüshası bilim dünyasının istifadesine sunulmuştur.[16] Ayrıca makalede, her üç nüshanın karşılaştırılması yapılarak tenkitli metin neşri yapılmıştır. Metin neşri yapılırken araştırmacılar tarafından varlığı bilinmediği için kullanılmamış olan TTK nüshası esas alınmıştır. Bunun yanı sıra, risalenin içerdiği Yeniçeri mekanları, tayinatları, talimhane, ocaktan ihraç, ocağa ecnebilerin girişi, tekaüdlük, meratib-i silsile, narh gibi konular, mevcut literatür gözönünde bulundurularak ve devrin diğer kaynaklarındaki bilgilerle karşılaştırılarak ele alınmıştır.

A. Eser ve Müellifine Dair

1. Eserin Müellifi ve Yazılış Tarihi

Eserde müellif veya müstensih kendisine dair her hangi bir bilgi vermemektedir. Sonradan eklenmiş bir kayıt da mevcut değildir. Eserde herhangi bir devlet adamına veya büyüğüne sunulduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Yazarın bir devlet görevlisi olup olmadığı konusu da belli değildir. Anlatımının sadeliğinden ulema sınıfına mensup olmadığı düşünülmektedir. Ancak, dil ve üslûbundan, orta sayıları ve mensuplarına dair ayrıntılı bilgiler vermesinden, ocak teşkilatına vakıf olmasından dolayı ya bizzat ocak mensubu veya görgü şahidi olan bir ocaklıdan duyduğu şeyleri kaleme aldığı anlaşılmaktadır. Bilhassa şahıs isimlerinde yaptığı yanlışlardan duyduklarını yazdığı ihtimali güçlenmektedir. Kul Kethüdâsıyla Başçavuş bi’l-ma‘iyye cenk iderlerken Zerrinoğlu ve Bali Beğ oğullarına rast gelüb ‘azîm cenkden sonra ikisin de esîr eyleyüb huzûr-ı padişahîye getürdüler[17] cümlesi, buna örnek gösterilebilir.[18]

Eserin yazılış tarihi de verilmemiştir. Ancak, Kanuni Sultan Süleyman’dan merhum olarak bahsedilmesi onun hayatta olduğu dönemde yazılmadığını göstermektedir. Ocağın bozulma emarelerinden bahsetmemesi, sadece teşkilattaki bir takım kanunlardan, temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat hareketlerinden ve mekânsal geliştirme/iyileştirmelerden bahsetmesi dolayısıyla XVI. yüzyılın sonları veya XVII. yüzyılın başlarında kaleme alındığı fikrini güçlendirmektedir.[19]

2. Eserin Fizikî ve Şekil Özellikleri

TTK Yazmalar Kataloğu’nda Y/228 katalog numarasıyla Avusturya Seferine Dair Bir Risale başlığıyla kayıtlıdır. Geniş özet kısmında ise Mensur Kanuni Dönemi Avusturya Seferleri İle Askerin Durumu Hakkında şeklinde ifade olunmaktadır. Yazma eser, vinileks kaplı karton, 237x173 mm ve 178x128 mm ebatındadır. 9 varaktan oluşmakta, 1b dışında diğer varaklarda 15 satır bulunmaktadır. Tek sütun halinde olup, siyah haricinde renkli mürekkep kullanılmamıştır. Son derece itinalı bir nesihle kaleme alınmıştır. Orijinal varak numarası bulunmamaktadır. Sayfa numarası yerine reddade kullanılmış, yani sayfanın ilk kelimesi bir önceki sayfanın alt köşesine yazılmıştır. Bölümlere ayrılmamış, dolayısıyla başlık ya da bölümler arası geçişi sağlayan herhangi bir işaret de yoktur. Metin içerisinde edebî yönü zenginleştirecek şiir, beyt gibi nazım şekillerine de yer verilmemiştir. Altı veya üstü çizili, silinmiş kelimelerin olmayışı müsvedde yazılmadığını göstermektedir. Esere sonradan eklendiği düşünülen der-kenar niteliğinde kayıt bulunmamaktadır. Eserde kurt yeniği vb. gibi olumsuzluklardan kaynaklanan herhangi bir eksik veya silik yoktur.

3. Eserin Dil ve Üslûbu

Eser, “Merhum ve mağfur Sultan Süleyman ‘aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân hazretleri Bec kralı” (1b) satırıyla başlamakta, mukaddime bölümü yer almamakta, “ve’s-selam tamam oldu” (8b) cümlesiyle son bulmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki Beç seferine kısaca değindikten sonra Yeniçeri Ocağı kanunlarına dair hususları özet bir şekilde ele almaktadır. Yazar, bunu “kanun budur ki ‘alâ-tariki’l-icmâl beyân olundu” (7b) şeklinde ifade etmektedir. Oldukça sade bir dil kullanılmıştır. Ağır Arapça Farsça terkipler bulunmamaktadır. “Geldik yine Yeniçeri meydanına” (7b) ifadesiyle aslında ele almak istediği temel konunun Yeniçeriler olduğunu vurgulamaktadır. Metnin geneline bakıldığında Yeniçerilerin kahramanlıkları, alçakgönüllülükleri, sadakatlerine vurgu yapılmaktadır. Müellif, Yeniçeri teşkilatına eskiden nasıl olduklarını hatırlatmakta iken, bir taraftan da yöneticilerin cömertlik, mükâfatlandırma gibi uzun zamandır unuttukları âdet ve usulleri açık ve anlaşılır bir Türkçe’yle ifade edilmektedir. Kavanin-i Yeniçeriyan’da bu durum, “ocak işlerini kadim kanuna göre görmek lazımdır ki gittikleri yerde eski sultanlar zamanında yaptıkları gibi erlik ve dilaverlik göstersinler” şeklinde yazılmıştır.[20]

Metinde zaman zaman imla hatalarına rastlanmaktadır. Örneğin, sizlere=sizelere, sancak-ı=sancağı, murtaza kelimesi (مرتضى) yerine (مرتضا) şeklinde yazılmıştır (1b-2b). buyurdı=buyurdu, gice=gece (2a), müjde=mücde (2b-3a), Dubrovenedik=Dubrevenedik (2b), irtesi=ertesi (3a), irişüb=erişüb (3a), ümîd (اوميد) şeklinde vav ile (3b), cep=çeb (4a), umûr zaman zaman (اومور) (b4b), aşcı (عشجى) (a8a) şeklinde, meşveret kelimesi harekeli olarak (4b), kâgir (كعكير) (b4b), mum kelimesi ise (مور) şeklinde yazılmıştır (8b).

Tarafımızdan metnin transkripsiyonu yapılırken mümkün mertebe aslına sadık kalınmaya çalışılmıştır. Örneğin, bozılub=bozulub, olup= olub, ederler= iderler, yerden=yirden, gördü=gördi gibi kelimeler metindeki yazılışlarına göre ifade edilmiştir. Ancak metin içerisinde fark edilmesi gayesiyle şahıs, yer adı gibi özel isimler büyük harfle yazılmıştır. Noktalama işaretleri kullanılmamıştır. Sadece uzatmaları ifade etmek için (^), ayın ( ̒ ) işareti ve hemze için (’) kullanılmıştır. Metin içi konuşma cümleleri tırnak içinde gösterilmiştir.

4. Eserin Nüshaları

Yazma eserlerin nüshalarını tespit etmenin en büyük zorluğu, farklı adlarla kütüphane kataloglarında kaydolunmuş olmasıdır. Çoğu kez metnin muhteviyatını bile yansıtmaktan uzak olan bu kayıtlar, araştırmacıların işini bir hayli zorlaştırmaktadır. Biz de, TTK Kütüphanesi’nde yer alan bu eseri önce yeni yazıya aktarıp, hangi konuları ihtiva ettiğini tespit ettikten sonra teşkilat tarihiyle alakalı literatürdeki yerini, bilinirliğini sorguladık. Bu süreçte, eserin bir nüshasının İstanbul Süleymaniye Esad Efendi Kütüphanesi’nde farklı bir başlıkla yer aldığını belirledik. Aynı eser olup olmadığı konusundaki araştırmamızda Fatma Kaytaz’ın bu husustaki makalesine ulaştık. Bu makaledeki bilgilere göre, söz konusu risalenin nüshası, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi nr. 3622’de yer alan bir mecmua içerisindedir. 200 varaktan oluşan bu mecmuada farklı alanlara dair bulunan 15 eserin 3. eseridir. Katalogda “Yeniçeri Ocağına İlişkin Bir Risale” adıyla kayıtlıdır. Metin, mecmuanın 48b-54a yaprakları arasındadır. Keza Fatma Kaytaz’ın bu değerli çalışmasında herhangi bir nüshasından bahsedilmemektedir. Ayrıca bu çalışmada SKEE Nüshası’nın müellif hattı olmadığı, istinsah edilmiş olduğu düşünülmektedir.[21]

Fatma Kaytaz’dan önce bu nüshanın tahlil edilmeksizin metin neşri Ahmed Akgündüz tarafından yapılmıştır. Yeniçeri Teşkilatı İle Alakalı Muhtelif Kanun Hükümleri başlığı altında yazar, Kavânin-i Yeniçeriyan dışında bir takım hukukî düzenlemelerin olduğunu ifade ettikten sonra, üç hüküm sıralamış ve ikinci hüküm olarak bu risale hakkında çok kısa bilgi vermiştir. “Kanunî Sultan Süleyman’ın Viyana (Beç) Seferinde ordusunda gördüğü mağlubiyet belirtileri üzerine kaleme alınan Yeniçeri Fermânı’dır ve Süleymaniye Kütüphanesi Es’ad Efendi Bölümü No: 3622, vrk. 48/b-54a’da tek nüshası bulunmaktadır. Başka nüshalarını biz elde edemedik” diyerek Esad Efendi nüshası dışında başka nüshasına ulaşmadığının altını çizmiştir.[22]

Risalenin diğer bir nüshası ise, İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi No: 3293’te kayıtlı olan bir mecmuanın içerisinde yer almaktadır. İÜNEK nüshası, Talik yazıyla 17 varak, 21 satırdan oluşmaktadır. Ebatı 248x142, 176x73 mm.dir. Kağıdı aharlı, filigranlı; cildi, sırtı bordo bez, üzeri turuncu kağıt kaplıdır. Söz başları kırmızı mürekkepli, serlevhası mihrabiyeli ve müzehheplidir.[23] Yazarı bilinmeyen bu nüshada en geç tarih olarak 1069/1658-9 yılının zikredilmesi, eserin IV. Mehmed zamanında kaleme alındığını göstermektedir.[24] Eserin iç kapağında Halis Efendi Kütüphanesi 135 yazmaktadır. 1b-8a aralığında risalenin nüshası yer almakta olup, bu sayfadan itibaren ihtiva ettiği konular kısa başlıklar halinde şu şekilde sıralanabilir:

1. Sa‘adetlü pâdişâh-ı ‘alempenah hazretleri veyahûd serdar vezir-i a‘zam olub sefere gitdiklerinde büyük alay tertîbi beyân ider (8a).[25]

2. Vezir-i a‘zam ile Yeniçeri sefere gitdiklerinde büyük alay (8a) tertîbidir zikr olunur (8b-10b).[26]

3. Ramazân-ı şerîf-i mübârek ile ‘ıyd-ı şerîf geldikde bayramlaşmak içün vezir-i a‘zam ramazan ve bayramlaşma (10b-12a).[27]

4. Der-beyân-ı bayramlaşmak (12a-13b).[28]

5. Haza pâdişâhlara du‘a (13b-14a).[29]

6. Defter oldur ki (14a-14b), burada divan olduğunda arz günlerinde akide dağıtımı merasimi anlatılmaktadır, kimlere kaç dirhem verileceği liste halinde verilmiştir.[30]

7. Defter oldur ki (14b) Yeniçeri çayırından ocak ağalarına tevzi‘ olunan otluklar ki zikr olunur der-zamân-ı Ken‘an silahdar ağa-yı şehriyârî sene 1069/1658-9.[31]

8. Sa‘adetlü ve mehâbetlü pâdişâh-ı ‘alempenah hazretleri Yeniçeri ocağına rikâb-ı hümâyûn ağalarına beher sene ihsân eyledüği bahariye ve zemistâniye beyan ider el-vâki‘ sene 1054/1644-45 (15a).[32]

9. Yeniçeri ağası tebdîl oldukda yeni ağaya ocak ağalarının virdiği pişkeşdir ki zikr olunur (15a).[33]

10. Der-beyân-ı ibtidâ ağayân-ı Yeniçeriyân-ı dergâh-ı ‘âli fî zaman-ı Sultan Selim Han ‘aleyhi’r-rahmetü ve’r-rıdvân sene 921/1515 (15b-16a).[34]

11. Tevârîh-i ağa-yı Yeniçeriyân-ı dergâh-ı ‘âli ibtidâ ağa-yı Yeniçeriyân Ya‘kûb ağadır sene 921/1515. Bu tarihten itibaren 1051/1641-42’ye kadar ocak ağaları listesi verilmiştir. (16b-17a).[35]

Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir ki İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Hususi Kütüphanesi’nde yer alan Yeniçeri Teşrifat Mecmuası da bir diğer nüsha olarak değerlendirilmelidir. Tabiatıyla metin karşılaştırmasına bu nüsha dahil edilememiş, ancak Kapukulu Ocakları adlı eserinde zikredilen kısımlara dipnotlarda ayrıntılı olarak yer verilmiştir.

Her üç nüshada ele alınan konular hemen hemen aynı sıralamayla anlatılmakla birlikte aynı yazarın kaleminden çıkmadığı fikrini güçlendiren farklı ifadeler, eksik veya fazla kelimeler yer almaktadır. SKEEN ve İÜNEKN’de hiç değinilmemiş hususlar olduğu gibi, sadece TTK nüshasında yer alan ifadeler de vardır. Bunlar dipnotlarda açıklanmıştır. Metin neşri yapılırken, SKEEN ve İÜNEKN’de olmayan kelime veya cümleler [ ] içinde, TTK nüshasında yer almayanlar ise italik olarak ifade olunmuştur. Kelime yazılışlarındaki ufak farklılıklar düz, bir veya birkaç cümlelik genel anlatım farklılıkları ise metin içerisinde italik, dipnotta tırnak içerisinde yazılmıştır.

B. Eserin Muhteviyatı

Eser, Kanuni Sultan Süleyman’ın yedinci Avusturya seferinde Yeniçerilerin kahramanlıkları ve İstanbul’a dönüşlerinde padişahın ihsanı olarak kışlalarına su sağlanması; cep akçesi, koyun akçesi, keman akçesi, ihtiyarlara takaütlük ve koruculuk, kışlaların tamiri gibi ihsanlarda bulunulması; ocak kanunları ile ilgili çeşitli uygulamalar, yasak, ceza ve mükâfatlandırma konuları, talimhane yapımı, muhtelif merasimler, terfi ve azillere dair anlatılar, kışlaların et ihtiyacı, ihtisap ağalığına dair konuları ele almaktadır.

Fatma Kaytaz, Kanuni Sultan Süleyman’ın tarihimizde beşinci seferi olarak kabul gören, ancak yazmada sözü edilen yedinci seferin 1533 yılındaki Alaman Seferi olarak bilinen sefer olduğunu, dönemin Yeniçeri Ağası’nın kimliğinden hareketle ortaya koymaya çalışmıştır.[36] Çünkü altı def‘a sefer idüb hikmet-i Hüdâ altı def‘ada bozulub yedinci def‘ada mükemmel ‘asâkir-i muvahhidîn ile tekrâr yine gitdikde ifadesinden bundan önce altı sefer yapılmış, başarıyla sonuçlanmış olsa bile bir süre sonra tekrar sefer yapılmasını gerektiren durumlar oluştuğu, bu yüzden tekrar sefere çıkılacağı ve muvaffak olunacağı anlamı çıkarılabilir. Bununla birlikte Ahmed Akgündüz’ün de “Kanunî Sultan Süleyman’ın Viyana (Beç) Seferinde ordusunda gördüğü mağlubiyet belirtileri üzerine kaleme alınan Yeniçeri Fermânı’dır” şeklinde ifadesinden sefer sırasında yaşanılan süreçten bahsedildiği de düşünülebilir ki bu görüşün daha ağırlık kazandığı söylenebilir.[37]

Aslında risalede odaklanılan konunun bu olmadığı, sefer anlatısının sembolik olarak kalmakta olduğu, “Geldik yine Yeniçeri meydanına” (7b) gibi ifadelerle anlaşılmakta, aslında ele almak istediği temel konunun Yeniçeriler olduğu vurgulanmaktadır. Bu vurguyu yaparken, doğruluk kaygısı gütmeksizin duyduklarını kaleme alan yazar için olaylar, yer, şahıs çerçevesinde zaman zaman yanlışa düştüğünü görmekteyiz. Zrinyi’nin Zerrinoğlu yazılışı gibi, Ahmed Usta’nın Gedik Ahmed Paşa olarak sanki Kanuni döneminde yaşamış olarak gösterilmesi gibi, yine Ahmed Usta’nın 21. bölüğün aşçısı olmasına rağmen 52. bölüğün aşçısı olarak ifade edilmesi gibi.

Verilen bilgilerin doğruluk/yanlışlık odağının dışında, bir başka açıdan değerlendirildiğinde, sayı sembolleriyle anlatım üslûbu bağlamında yazarın yedi sayısının sembolize ettiği[38] mükemmellik vurgusunu önplana çıkarmak gibi bir düşüncesi olduğu da göz ardı edilmemelidir. Keza sefer anlatılırken, “Gâzi Hünkâr mahalline vardıkda yedi kırallar ile mukâbil oldukda…” (1b), yedi kıral-ı küffâr (1b), yedi gün yedi gece arâm itmeyüb (2a), yedi ‘aded neferen gâziler (3b) gibi ifadeler bu durumu destekler niteliktedir.

Bununla birlikte risale yazarı, padişahın savaş alanında ordunun başında bulunarak askeri cesaretlendirmesi ve gayrete getirmesi, hatta kılık değiştirerek Solakbaşılara rağmen savaşın içine cesaretle girmesinden hareketle sanki eskiye özlemin bir göstergesi gibi II. Selim’den itibaren ordunun başında sefere gitmeyen sultanlara atıfta bulunmak ister gibidir. Bunun yanı sıra askerlerin kahramanlıklarına da vurgu yapmaktadır.[39]

Aşağıda eserin ihtiva ettiği bir takım hususlar alt başlıklar halinde değerlendirilmiştir.

1. Yeniçeri Mekânları

Yeniçeri Ocağı’nın yaşamsal, askerî, dinî bütün faaliyet alanlarını kapsayan ve sağlayan mekân Yeniçeri kışlalarıydı. İstanbul’un fethi öncesinde kışla olarak da adlandırılan[40] Yeniçeri Ocağı, önceleri Edirne’deyken İstanbul’un fethinden sonra merkezi İstanbul olmuştur.[41] Acemioğlanlar ve Yeniçerilerin kışlaları[42] şimdiki Şehzadebaşı denilen yerde yaptırılmıştır. Yangın vs. sebeplerle bir süre sonra Fatih Sultan Mehmed zamanında Yeni odalar[43] denilen başka bir mekân oluşturulmuş[44], zamanla Tekkeler Meydanı, Et Meydanı ve Orta Camii ile birlikte büyük bir kompleks haline gelmiştir. İstanbul’un fethinden sonra dahi bilhassa Kanuni döneminde Avrupa seferlerinin sıklığından dolayı, Edirne’deki kışlalar aktif kullanılmış, bu sebeple zaman zaman tamirat ve bakımdan geçirilmişlerdir.[45]

Fatih döneminde inşa edilen kışlaların zamanla ihtiyacı karşılayamadığı görülmekte, mevcutları tadilat ve tamirattan geçirme zorunluluğu doğmaktaydı. Bilhassa su konusunda yetersizlikler görülmüş, II. Bayezid zamanında yeni su yolları eklenmiş, Kanuni döneminde ise Kırkçeşme suyolunun inşası ve genişletilmesinden sonra problem halledilmişti.[46] Bu minvalde risalede odaların tamir edilmesinin yanı sıra kışlada odaların önüne kadar su getirilmesinin hikâyesine yer verilmişti. Buna göre, Kanuni Sultan Süleyman seferden zaferle dönen komutanlara hilat giydirdikten sonra mükâfat olarak bir kese altın ihsan etmişse de onlar odalarına su getirilmesi ricasında bulunmuşlardı. Padişah İstanbul’a dönüldükten sonra kışlalarına su getirilmesi için hatt-ı hümayun vermişti.[47] Kanuni, kışlaları ziyaret ettiği bir gün askere sudan memnun olup olmadıklarını sormuş, onlar getirilen suyun ancak havuzları doldurmaya yettiğini, dolayısıyla faydalanamadıklarını söyleyince odaların önüne kadar suyun getirilmesi emrini vermişti. Yigirminci cemâ‘atin evvelinden on bu bölüğün dört bölüğün kışlasına kadar akan bu suların toplandığı havuzların iyi kullanılması, boşa harcanmaması konusunda da uyarısını yapmıştı.[48] Kırk çeşme suyollarının inşasında çalışan Acemi oğlanları hizmetleri bitince kapıya çıkarılmışlardı. 1 Muharrem 968/22 Eylül 1560 tarihli Yeniçeri Ağası’na yollanan emirde isimleri deftere yazılan 23 oğlanın kapıya çıkarılması istenmişti.[49] Yine bu zamanda odaların tamiri gündeme gelmiş, odaların kârizlerin ka‘gîr yapdırıp ve merâmâtı lâzım mirîden virilmek üzere Şehremîni üzerine mesârifâtını ta‘yîn buyurmuştu.[50] Odaların tamiri sırasında Makbul İbrahim Paşa, ortaya bir cami yapılmasını padişaha arz etmiş, odaların kapılarını sağlam yapıp içeriye kadın, şarap ve yasak olan şeylerin girmesini, ayrıca vakitsiz içeriye kimsenin girmesi önlemek istemiştir. 13. Yayabaşıların odası kaldırılarak yerine Orta Mescid yapılmıştır. Tamirden sonra odaları gezerken Orta Mescid’de öğle namazını kılmış, imam ve müezzinine Şehremini’nden ulufe tayin etmiştir. Bu mescid III. Murad zamanında Yeniçeri Ağası olan Mehmed Ağa tarafından genişletilip cami haline getirilmiştir.[51] Mescid inşası konusu risalede, “ba‘dehu aşcılar namaz kılmak içün bir mescid binâ idüb ve bir masura su ve bir musluk ve bir dehlîz binâ idüb “kulların ta‘yinât bir yerde gerekdir” deyû bir de mahzen binâ idüb” şeklinde ifade edilirken bunun yanı sıra diğer imar faaliyetlerinden bahsedilmiştir.[52]

Yeni Odalar’ın önündeki Et Meydanı olarak anılan meydan aynı zamanda Yeniçeri Meydanı olarak da zikredilmekteydi. Kışlaların önemli bir parçasıydı.[53]

Yine risalede Yeni Odalar’dan bahisle her bir kapıya kapıcı tayin edilmesi konusu işlenirken SKEEN’de ve İÜNEKN’de yedi kapıya kapıcı tayin edilmesi şeklinde daha açık şekilde vurgulanmıştı.[54] Keza Yeni Odalar’da dışa açılan yedi adet giriş kapısı vardı. Bunlar 56. Cemaat kapısı (Solaklar Kapısı), 73. Cemaat kapısı (Karaköy Kapısı), 13. Cemaat kapısı (Âdet Kapısı), 70. Cemaat kapısı (Meydan Kapısı), 2. Ağa bölüğü kapısı, 52. Cemaat kapısı, 57. Cemaat kapısı idi.[55]

2. Talimhane

Yeniçeri Ocağı klasik dönemde düzenli talim yapmakta olan bir kurumdu ve bu talimlere tüm ocak mensupları katılmak durumundaydı. Yeniçeriler hafta üç gün ok ve tüfek atış talimleri yaparlardı. Ok talimlerini Talimhanecibaşı, tüfek talimlerini ise Avcıbaşı denilen zabitler yaptırırlardı. Büyük zabitler de 3-4 ayda bir talimhanede nezaret ederlerdi.[56] Padişah ise senede bir defa Okmeydanı’ndaki talimlere katılırdı. Merasimle Ocak zabitanı nişangâha rütbelerine göre tüfek atışı yaparlardı.[57]

Talimhanecibaşı 54. Bölüğün çorbacısı idi. Bu ve bölük halkı ok atan yoldaşlara ve kemankeşlere ok verir, talim ettirir ve padişah sefere gitmedikçe Talimhaneci de gitmezdi. Talimhanecinin başında yusufi başlık ile her gün gelip Solaklara ve kemankeşlere talim ettirmesi kanundu. Ocak talimhanesinde Kanuni Sultan Süleyman kendisine bir yer ve çeşme yaptırmıştı. Padişah senede bir buraya gelir atış talimlerinde bulunur başarılı olanların kimine dülbend ve kimine kemân ve kimine çıkın ile akçe ihsân ederdi. Padişahın gelişinde Seksoncular da hazır bulunur seksonları[58] ayılara saldırtıp parçalattırırlar,[59] ve pehlivanlar güreş tutarlardı. Her Yeniçeri odasında birer ikişer pehlivan bulunması kanundu. Gürz sallamak ve atma yarışmaları yapılırdı. Solak ve kemankeşler de maharetlerini gösterirlerdi.[60] Ocağın Talimhane ve Okmeydanı denilen atış meydanlarında mükemmel hedefleri vardı. Burayı II. Bayezid’in yaptırmış, Kanuni zamanında ise genişletilmişti. Kanuni tarafından At Meydanı’nda bir talimhane yapılmış, hedef olarak belirlenen yerlere yonma taştan kargir bir duvar, bunun orta yerinde somaki mermerden nişangâhlar konulmuştu. Bundan başka meteris için somaki miller diktirilmişti.[61]

Ok meydanında padişah geldiğinde Yeniçeri Ağası başta olmak üzere ocak zabitleri nişangâha tüfek atarlardı. Önce Yeniçeri Ağası yer öper, ağa tüfenkçileri tüfengi doldurup ona verirlerdi. Sonra Sekbanbaşı, Kul Kethüdası, Zağarcıbaşı, Seksoncubaşı, Turnacıbaşı, dört Haseki, Başçavuş sırayla atış yaparlardı. Sonra Başçavuş evvela cemaat sonra bölük çorbacılarına attırırdı.[62] En son seğirdim aşçıları gelip yarış halinde et kaparlardı ve en başarılısına Solaklık ihsan edilirdi.[63]

3. Ocak Tayinatı

Yeniçeri kanununa göre, kapıya çıkan Yeniçeriler üç ayda bir ulufe almaktaydılar.[64] Başlangıçta kıdemlerine göre iki ilâ beş akçe arasında yevmiye tayin olunan Yeniçerilere Kanuni Sultan Süleyman zamanında günlük beş-altı akçe ulufe ödenmekteydi.[65] Genel anlamda sekiz akçeden fazla ulufe alamazlardı. İş göremez duruma gelip oturak yani emekli olduklarında beş akçesini hazineye devrederler, üç akçe almaya devam ederlerdi.[66] Kavanin-i Yeniçeriyan’da ayrıca sefere gitmeyenlerin yerinin oturaklık olduğu, ulufelerini eskiden beri camilerin fazlalıklarından aldığı, bu durum zorlaştığında II. Selim zamanından itibaren üçer akçe maaşla birlikte çuhalarının da Yeniçerilerle birlikte verilmesinin kanun olduğu belirtilmekteydi. Bunlar, otuzar akçelik yay akçesini alamamaktaydılar.[67]

Ayrıca tahta cülusta bahşiş ve terakki[68] verilmesi de âdettendi. Bunlara ilave olarak Yeniçeriler padişahların ilk seferlerinde de bahşiş alırlardı. Kıdem ve hizmetlerine göre tımar sahibi de olabilmekteydiler.[69] Bu tür uygulamalar, sefer sırasında askerin motivasyonunu yükseltmek için teşvik primi mahiyetindeydi. 1529 Viyana kuşatmasında Kanuni Sultan Süleyman taarruzdan önce düşman savunma hatlarını yaracak ilk askere çeşitli vaatlerde bulunmuştu. Bu bir tımarlı olacaksa subaşılığa terfi ettirilmesi, zaten subaşıysa sancak beyliği verilmesini emretmişti. Bir gönüllü veya dirlik sahibi değilse bu asker, 30 bin akçeli tımarlılar arasına katılacaktı.[70] Yeniçeri odalarına her ulufede terakki denilen ve hak sahiplerine dağıtılması gereken bir miktar akçe daha vardı. Birkaç çeşidi olan bu terakkilerden biri de mukarrer adı altında verilmekteydi. Bu miktar, her üç ayda bir ulufede bütün ocağa aralarında dağıtılmak üzere toplam 300 akçeydi.[71] Risalede bu ödeneğe dair herhangi bir bilgi yoktur.

Görevlerinin (inzibat, muhafızlık, sefarethane güvenliği, yangın söndürme, diplomatik koruma vb.) mahiyetlerine[72] göre her türlü maddi destek de kendilerine sağlanmaktaydı. Bu destekler gıda maddesinden muhtelif ihtiyaç malzemelerine, konaklamadan güvenliğe, ulaşımdan yolluğa pekçok kalemden oluşmaktaydı. Ek gelir olarak adlandırabileceğimiz bu tayinat içerisinde cep akçesi, koyun akçesi, yaka akçesi, keman akçesi, barut akçesi, nafaka gibi nakdî ödemelerin yanı sıra buğday, et, un, ekmek, peksimet, bal, pirinç, yağ, mum gibi temel ihtiyaç maddeleri de bulunmaktaydı. Zaman zaman serdarlar da sefer sırasında emrinde görevli Yeniçerilere bir takım ihsanlar da bulunmaktaydılar. Örneğin Nasuh Paşa İran savaşları sırasında ocağa Kurban akçesi adında bir mikdar meblağ ihsan etmişti.[73] Risalede, “Gâzi Hünkâr Eski Saraya biniş idüb Altı bölüğün Sipahiler ağalarına ve Kethüdâlarına ve Yeniçeri Ocağı halkına ve Yeniçeri kullarına ‘azîm ziyâfetler eyleyüb ve çeb akçesi yağmur misâli yağdırub ve çil para ile karışdırub tepsiyle kullarına bezl idüb Yeniçeri Ağasına ve Kul Kethüdâsına ve Başçavuş ağaya ve sâ’ir ocak ağalarına hil‘at-i fâhire giydirüb ve ba‘dehu senede yüz elli kise akçe koyun akçesi ve üç ayda bir kerre her bir nefere kırkar akçe yaka akçesi ve barut akçesi ve otuz akçe keman[74] akçesi içün hatt-ı hümâyûn ihsân buyurdılar ve serhadlerde mevcûd neferâta yamakana yevmiye ikişer akçe nafaka ve ayda birer kile halburlanmış buğday ve iki ademe bir vukıyye lahm…”[75] şeklinde Yeniçerilere verilen nakdî ve aynî ödeneklerden bahsedilmekteydi. Bu ifadeler bize Kanuni zamanında Yeniçeri’ye yapılan ihsanların nasıl cömertçe yapıldığını, ileriki zamanlarda yılda bir defa verilen bu ödeneklerin bu dönemde üç ayda bir olmak üzere yılda dört defa yapıldığını göstermektedir. İÜNEKN’de de Yeniçeri ocağı halkına muhabbet eyleyüb böylesine çok ihsanlarda bulunan padişahın cömertliği dile getirilmekteydi.[76]

Âdet-i nân-horân adı altında, Yeniçerilerin yetimlerine fodla verilmekteydi. Bunlar I. Ahmed zamanında 1655 kişiydi. Her nefere üç ayda un akçesi diye 15’er akçe verilmekteydi. Hizmette olan Acemi oğlanlarına ise ayda 5’er akçe olmak üzere üç ayda bir ulufeleriyle birlikte âdet-i zerpul denilen bir ödeme yapılmaktaydı. Kanuni zamanında Haseki Sultan Camii inşasında çalışan Acemilere de ayda beş akçe pabuç akçesi verilmesi ferman olunmuştu.[77]

Tayinat içinde yiyecek malzemeleri olduğu kadar giyecek de önemli bir yer tutmaktaydı. Bunların giyecek ihtiyaçları da devlet tarafından karşılanmaktaydı. Fatih Kanunnamesi’nde Yeniçeri taifesine yıllık 5’er zira lacivert çuka ve II. Murad zamanında yılda bir defa on bir akçe olan yaka akçesinin 32 akçeye çıkarılması, başlarına sarmak için 6’şar zira astar verilmesi hükmü konmuştu.[78] Görüldüğü gibi Kanuni zamanında yaka akçesi yılda dört defa olmak üzere 40 akçeye yükseltilmişti.

Her Çarşamba ocağa 15 bin mum, Yeniçeri çavuşları başlarına selimî sarıkları giyerek 16 dirhem üzerinden yılda 70 bin mum dağıtılırdı.[79] Yeniçerilere üçü bir akçeden mum satılırdı. Fiyat artışı durumunda aradaki farktan doğan zararı, zarar-ı lahm gibi devlet karşılardı. Ayrıca ocağa ait 75 mum imalathanesi vardı. Etmeydanı’nın mumcu dükkanları da meşhurdu.[80]

Kanuni zamanından beri sınır kalelerindeki Yeniçeriler, maaşlarından başka nafaka akçesi adıyla birer akçe –ki Risale’de ikişer akçe-, ayda bir kile kalburlanmış buğday ve günlük iki muhafız için bir okka et alırlardı.[81] Yine Kanuni tarafından mum, bal, pirinç, revgan virilmek için kışlada “kulların ta‘yinât bir yerde gerekdir” denilerek bir mahzen bina edilmişti.[82]

4. Et ve Et Meydanı

Yeniçeri Ocağı’nın bir kısım temel ihtiyaç maddeleri devlet tarafından karşılanmaktaydı. Bunların başında küşt, lahm denilen et gelmekteydi. Genel itibarıyla Yeniçeri Ocağı bünyesinde odalara koyun eti verilmesi kanundu.[83] Bu kanun çerçevesinde, ocağa etin getirilmesi ve dağıtımı sırasında yapılan uygulamalar sultan ve kapıkulları arasında nimete hizmet bağlamında bir mukavele anlamı da taşımaktaydı.[84]

Ocağın et ihtiyacı, İstanbul mezbahalarından karşılanırdı. Fakat zaman zaman görülen et sıkıntısı ve fiyat artışları sebebiyle Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Yedikule Mezbahası’nda kesilen hayvanların etlerinin tamamı da buraya tahsis edilmişti. Fatih zamanında, etin fiyatı ne olursa olsun Yeniçerilere 3 akçeye verilmesi kabul edilmiş, fiyat farkından doğan zararı karşılamak için belli bir meblağ para vakfedilmişti.[85] Cepheye hareket etmeden önce Yeniçerilere hazırlıklarını tamamladıkları süreçte kendilerine verilen çeşitli ödeneklerin yanı sıra zarar-ı nân ve zarar-ı lahm gibi temel ihtiyaç maddelerini satın alabilmeleri için maddi desteğin sağlandığı vakf-ı nukud adı altında, 1474-1477 yılları arasında Veziriazam olan Gedik Ahmed Paşa tarafından onun yirmibirinci alaydaki aşçıbaşılık tecrübesine dayanılarak bir fon oluşturulmuştu. Paşa, sadece askerlere mahsus kasaplar ve un pazarı (Unkapanı) açılmasını da sağlayarak tedarikte sıkıntı çekmelerini önlemek istemiştir.[86]

Kanuni devrinin başlarında ise, Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Yeni Odaları Veziriazam İbrahim Paşa yeniden tanzim ettirirken selhanelerden getirilen etleri ayrı bir kapıdan içeriye aldırarak meydanlık yerde dağıttırmış, daha sonra bu kapıya Et Kapısı denildiği gibi meydana da Et Meydanı adı verilmiş, sonraları kapı da Et Meydanı Kapısı adıyla anılmaya başlanmıştır.[87] Kışlanın önemli bölümlerinden olan Et Meydanı, Yeni Odaların önünde bulunan ve her gün et ihtiyacının miri fiyattan karşılandığı yerdi.[88] Et Meydanı’na açılan kapı, Meydan Kapısı olarak da adlandırılan 70. Cemaat kapısıydı. Bu kapının yanında küçük bir kışlayı andıran nöbetçi binası bulunmaktaydı.[89] Özellikle Yedikule selhanelerinde zebh edilen hayvanlardan her gün tayin edilen miktarda et, hayvanlara yüklenerek birkaç Yeniçeri neferinin korumasında kışlalara getirilirdi. Bu esnada çarşıpazarda bunların çevresinde dolaşmak yasaktı. Sonra tomruk adı verilen sekiz kasap dükkanı aracılığı ile her orta veya bölüğün nefer sayısına ve tayın miktarına göre belli ücret karşılığında dağıtılırdı. Et fiyatı artsa bile bu rakam değişmez aradaki fark zarar-ı lahm adıyla devlet tarafından karşılanırdı.Bu zarar iskelelere gelen hayvanlardan alınan kasabiye akçesinden karşılanmaktaydı.[90] Bu sekiz adet kasap dükkanlarından her birine ikişer Hıristiyan kasap ve dörder hizmetkâr tayin edilmişti. Bu hizmetleri karşılığında kendilerinden herhangi bir vergi vs. alınmazdı.[91]

Kavanin-i Yeniçeriyan, “Sultan Süleyman Han zamanında tomruk tayin edip, Meydan’ı yaptılar. Rumeli’nde 360 bin koyun tayin edilmiştir. Eğer koyun zararı çok olursa, yoldaşlara koyun bulunmazsa, bu hazine malı koyunlardan verirler. Şimdi o koyunun üçte biri gelmez, kalanın akçesini getirirler, koyun tüccarına verirler. Her iskelede başka kasabiye tayin edilmiştir. Bunların zararı buradan verilir. Ama verilen gittikçe çoğalmaktadır. Çoğaltmamak gerekir. Eskiden verilegeldiği gibi vermek gerekir. Odadan odaya yarımşar koyun verilegelmiştir” diyerek bu konudaki bozulmalara da dikkat çekmekte, Kanuni dönemindeki durumu idealize etmekteydi.[92]

Risale, bu husustaki bilgileri 52. Bölüğün[93] aşçısı Ahmet Usta’nın şahsında sembolik bir anlatımla teyit eder. Buna göre padişah, Ahmet Usta’nın arzuhali neticesinde ocağın bünyesinde sekiz tomruğun tesis edilmesi, aşçıların namaz kılması için bir mescid, musluk, dehliz (ayak yolu) ve mahzen bina edilmesi emrini vermişti. Ayrıca padişah,“…tomruklarında eğer Karaman koyunu ve keçi ve arık lahm ve bayat lahm görüb bu sekiz tomruğu virilür ise Allahü te‘âlanın la‘neti vesâ’ir mahlûkâtın la‘neti ve cümle yaradılmışların la‘neti ol zâbitânın üzerine olsun” diyerek bu kasap dükkanlarında usulsüz işler yapılmaması, kanundışı uygulamaların olmamasını sıkıca tenbih etmişti. Kanuna uygun olmayan etler getirilirse sekson denilen köpeklere verilmeliydi.[94] Bu işlerden sorumlu olmak üzere et tomruklarının nezareti Başçavuş’a, kasap ve hademelerin nezareti de Başdeveci’ye verilmişti.[95]

Kışlaya gelen etin dağıtımı belli teşrifat kaidelerine göre yapılmaktaydı. Kavanin-i Yeniçeriyan’da : “Et kışla kapılarına vardığında, bir kasap kesilmiş koyunların birini kucağına alarak kışla kapısının iç tarafında ayakta durur. Seğirdim ustası ile erleri de kışlanın ortasındaki meydanın diğer tarafında hazır olurlar. Bu sırada kışlalardaki askerlerin görevde olmayanlarının hepsi meydanda toplanarak seyrederler. Başçavuş, kışla meydanında her zaman gülbang çektiği yüksek taşın üstüne çıkıp, iki kolunu Bektaşî usulünde göğsüne bağlayıp bir gülbang çektikten sonra: Hazır olun ağalar! Et geldi! Bildik, bilmedik demeyiniz! Ustalarınızı gördükde peştemallarınızı çeviriniz! Haydi babam, haydi diye haykırır haykırmaz, bu yarışma adeta bir kale fethine eşit övünme vesilesi olup, eti kapmaya hazır olan seğirdimler bir hamlede eti kucağında tutmakta olan kasaba doğru seğirtip, elini kim önce vurursa, eti alır ve seğirdim erlerinin ikisi derhal herifin koltuğuna girerek, bir tur atıp kışlasına götürürlerdi” diye anlatılmıştı.[96]

5. Bedergah-Kuloğlu-Ocağa Ecnebi Girmesi

Yeniçeri Ocağı kanununa göre Acemi Ocağı’ndan çıkanlar, kapıya çıkma veya bedergâh adı verilen bir uygulamayla bilhassa sefer zamanlarında kıdem sırasına ve ocağın münhal raporuna göre genellikle üç akçe yevmiye ile Yeniçeri Ocağı’na çıkarılırlardı.[97] Acemi Ocağı’nın en büyük kumandanı İstanbul Ağası’ydı. Ondan sonra Anadolu ve Rumeli Ağaları gelmekteydi.[98] Zaman içinde devşirme yoluyla Acemi Ocağı’na kabullerin yanı sıra kuloğlu denilen emektar Yeniçeri çocuklarına da bu yol açılmış, XVI. yüzyılın sonlarına doğru sayıları 700’ü bulan kuloğullarından belli yaşa gelenler Acemi Ocağı’na alınır olmuştu.[99] Fakat buna da rüşvet karışmış, teftiş etmeksizin ocağa kuloğlu[100] kaydedilir hale gelmişti.[101] Kendisi de devşirme kökenli bir Yeniçeri olan Kavanin-i Yeniçeriyan yazarına göre, ocağın bozulmasına yol açan girişimlerin temeli devşirme uygulamasındaki usulsüzlüklere dayanmaktaydı. Yeniçeri olmaya layık olup olmama konusunda eski kanunlarda meslek, soy ve dine göre bir zorunluluk belirlenmişken, bu kurala uyulmaması ocağı temelinden sarsmaktaydı.[102] Yeniçeriliğe kabul edilecek olanlar, Türk oldukları halde ana baba isimlerini Hıristiyan adıyla kaydederek Ağa Çırağı yapılmakta, aslını araştırmadan deftere kaydedilmekteydi. Bu uygulama başladığından beri devşirmeye ihtiyaç kalmamıştı. Ağa çıraklığı başladığından beri Yeniçeri Ocağı’na Türk mürk dahil olup başlı başına bir illet olmuştur, devşirmeye ihtiyaç kalmamıştır. Devşirmenin bozulmasına sebep bu olmuştur diyerek kanunların uygulanmadığının önemini çizmişti.[103] Durum bir başka açıdan değerlendirildiğinde; Kanuni zamanından itibaren ateşli silahların kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte Yeniçeri sayısı hızla artmış, bu minvalde ocağa devşirme usulüne uygun olmamakla birlikte Türkler de alınmaya başlamıştır.[104]

Kanuni döneminden sonra yazılmış olan risale, bu durumdan doğan rahatsızlığı vurgulamak istercesine Kanuni zamanında kanunun uygulanış biçimine dikkat çekmektedir. “… ve ocaklu evlâdları ve ocak ağalarının hıdmetlerinde kâl olmuşlardan be-dergâh eyleyeler ve kaldı ki yigirmi üç yaşına kadar be-dergâh etmeyeler yigirmi üç yaşınadan evvel ‘Acem oğlu kışlâsına Anadolu ve Rumili ağasına teslîm eyleyeler ve ta‘zîrleri oda kethüdasının elinde olsun okusunlar İslâmını öğrensünler ahşâm oldukda oda kethüdâsı bir oda içine koyub üzerinden kapuyu berkide bu minvâl üzere terbiye olunduktan sonra be-dergâh eyleyeler” şeklinde ocağa kabul kriterlerinden bahsetmektedir.[105] Öyle ki hükümdarların dahi kapuya oğlan çıkarmak hususunda geçerli kanunlara uymak durumunda olması ve yapılan suistimallere göz yummaması bir hikâyeyle somutlaştırılmıştı. Hikâyeye göre, Kanuni Sultan Süleyman Halkalı bahçesini düzenleyen Acemilerin hizmetlerini beğenip bunlardan üç oğlanın kanunları çerçevesinde kapuya çıkarılması emrini verdiğinde İstanbul Ağası Saka Mahmud Ağa onlardan daha kıdemli iki Acemi’nin olduğunu belirterek toplamda beş kişinin bedergâh edilmesi için izin vermişti. Ancak Yeniçeri kâtibi kendisine mensup iki Acemi’yi de kayıt sırasında bunların arasına dahil etmişti. Defterler incelenirken bunun farkına varıldığında padişah tüm ricalara rağmen kâtibin idam emrini vermişti.[106] Keza yine Edirne’de Sultan Selim Camii inşası sırasında pencere demirleri hizmetlerinden dolayı Mimar Sinan’ın mektubuna binaen yedi Acemi oğlanın kapıya çıkarılması için verilen emirde kanunlarına göre ibaresi yer almıştı. Ahmed Refik’e göre ise, Acemi Ocağı teşkilatındaki bozulma Kanuni zamanında başlamıştı.[107]

1584 tarihinde Özdemiroğlu Osman Paşa’nın, yararlılığı olanlara dokuz akçe ile bölüğe girme izni vererek ocağa ecnebilerin girmesinin yolunu açtığını[108] söyleyen Koçi Bey, kul sayısının azaltılmadan çözüm bulunamayacağını söyleyerek ümitsizliğini vurgular[109] ve şu tavsiyelerde bulunur: Devşirme oğlanlar veya kul oğulları olanlar sadece bedergâh olmalıdır. Ağa çırağı, ferzend-i sipahi ve becayeş namı altındaki kanuna aykırı her uygulama kaldırılmalıdır.[110]

Kitab-ı Müstetab’a göre III. Murad’dan itibaren devletin adalet mekanizmasında kusur, devlet işlerinde tedbirsizlik, ihmallerden dolayı reaya çeşitli sıkıntılara maruz kalmıştır. Hazine gelirleri giderlere yetmez olmuş, kul taifesine kanuna aykırı olarak ecnebi girmiş, devlet adamları arasında haset ve sürtüşmeler yaygınlaşmış, rüşvet ve iltimas gibi temel sebepler yüzünden devlet-i aliyyenin temeli sarsılmıştır.[111] Bu eserde, kanuna aykırı devşirme yapılması şu şekilde ifade edilmişti: “kanun ve zabt ve edeb ahvallerinden evvela iç oğlanları kadimü’l-eyyamdan devşürme veyahut sahih kul cinsi pişkeş olagelmişdir. Şimdiki hal ise ekseri İstanbul’un şehr oğlanları ve Türk ve Ermeni ve Çingane oğlanları olup on oğlanda bir sahihçe devşürme veyahut kul cinsi yokdur. Bu takdirce ol makule oğlanlar taşraya çıkub Kul taifesine zabit olup ağa oldukda veyahut memlekete vali olduklarında ahvalleri malum ve ehl-i basiret katında hafi değildir”.[112] Yine burada, “reaya olanlardan Etrak ve Ekrad ve Çingane ve Tat ve Acem el-hasıl her isteyen ila’l-an varup eğer seferlerde ve eğer Asitanede akça ile dirliklere geçmek ile Kul taifesine bu sebeb ile ecnebi karışup herc ü merc olmuşlardır…”[113] denilerek Osmanlı Devleti’nde yaşanan bozuklukların temeli askerî sistemdeki kanun dışı uygulamalara dayandırılmaktaydı.

Risale, “Gâzi Hünkâr “benim hâs kullarım içine ‘Acem ve Rum ve Çingâne ve Göçebe Yörük Yeniçeri olmayanların evlâdlarını komaya”[114] diyerek kanuna aykırı bu uygulamanın Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar gittiğini düşündürmekte hatta işaret etmektedir.

SKEEN ve İÜNEKN’deki “Kapucı, odalarun içine kullarumdan gayrı ecnebî kimesneyi komayasın ve avratdan ve tâze oğlandan bir kimesnenün girdügine rızâyı hümâyûnum yokdur, meger kim kul oğlı ola ve gayrı şehirlinün girdügine aslâ rızâm yokdur” ifadesi kuloğulları dışında ocağa dışarıdan girişe izin verilmediğini teyit etmektedir.[115] Dolayısıyla SKEEN ve İÜNEKN, kuloğlu uygulamasının daha Kanuni döneminde başladığını göstermektedir. TTK nüshasında da bizzat Sultanın ağzından Acem ve Rum ve Çingâne ve Göçebe Yörük gibi Yeniçeri olmayanların evlâdlarının ocağa girdiğini/girmeye çalıştıkları, ancak bunlara izin verilmediği belirtilmekte, kuloğlu ve ağa çırağı gibi kişilerin daha Kanuni döneminde bedergah edilmesinin yaygınlaştığı ve kabul gördüğü vurgulanmaktadır.

İÜNEKN ve Yeniçeri Teşkilat Mecmuası’nda da Kanuni Sultan Süleyman’a ait olduğu söylenilen aşağıdaki söz, ocağa alınacak efradın menşei ve ırklarına ne kadar ehemmiyet verildiğini göstermektedir. Şöyle ki: “el-‘iyazübillah Urus ve ‘Acem ve Çingâne ve Türk re‘ayasının evlâdların ve sâ’ir mahlûkâtın evlâdların Harputlı ve Diyarbekirli ve Malatyalı olmaya bu yukaruda ta‘yîn ve tasrîh olunanlardan gayrı âdemi ya rüşvetle veya ricâ ile veya bir büyük yerden şefa‘at ile be-dergâh idüb hâlis kullarımın aralarında bir ecnebî korlarsa Allahü ‘azîmü’ş-şanın ve yüz yigirmi dört bin peygamberlerin la‘netleri ol zâbitlerin üzerlerine olsun”.[116]

Selânikî ise, 1590 yılında Acemi Ocağı’na devşirme alımında usulsüzlük yaşanmış olduğunu, rüşvetle Yahudi, Çingene, Rus, Çerkes, Etrak ve erazil-i haramzadelerin defterlere kaydolunduğunu ifade etmiştir.[117]

Oysa ki Kanuni zamanında ocağa dahil olmak bir tarafa, kışlalara bile yabancıların girmesi kanuna aykırıydı. Bu dönemde, Yeniçerilerin kışlaya yabancıları sokarak kötü hal ve hareketleri rahatsız edici boyuta geldiğinde, Sadrazam İbrahim Paşa, bunlar için odaların ortasında bir cami inşa edilmesi ve bunların kapılarının sağlam yapılıp; içeriye kadın, şarap ve yasak şeylerin girmemesi için birer kapıcı tayin edilmesi ve vakitli vakitsiz içeriye adam girmemesi konusunu padişaha arz etmişti.[118]

Risale bu bilgileri teyit eder mahiyette, “odaların her bir kapusuna birer kapucu bir vukıyye lahm ta‘yîn buyurub ve kapuculara emr buyurdı ki “odalarımın içine Yeniçeri kullarımdan gayri ecnebi komayasınız ve ‘avret ve taze oğlan girdiğine rızâm yokdur” deyû muhkem tenbîh eyleyüb kapulara çatal zencirler idüb lâzım geldikde açub yine kapayalar…” şeklinde odalara ecnebilerin girmemesi konusu vurgulanmaktaydı.[119] Kışla binaları şehirden uzak inşa edilmemiş olduğundan Yeniçerilerin kışlalarını bir nevi bekâr odası olarak kullanması, yasak olmasına rağmen dışarıdan kadın ve içki sokmaları neticesinde odaların etrafına duvar örülmesini zorunlu kılmıştı.[120] Yüksek duvarlarla çevrili olan Yeni Odalar’a Adet Kapısı, Ağa Bölüğü Kapısı, Solaklar Kapısı, Meydan Kapısı, Çayır Kapısı, Et Kapısı, Karaköy Kapısı olmak üzere yedi kapıdan girilmekteydi.[121] XVII. yüzyılın sonlarında yazılmış olan Kavânîn-i Osmânî’ye göre Solaklar Kapısı, Et Kapısı, Karaköy Kapısı ve Orta Camii Kanuni zamanında yapılmıştır.[122]

6. Tekaüd-Oturak-Korucu

Yeniçeriler, Akdeniz ve Avrupa’daki çağdaşı askerî teşkilatlarla mukayese edildiğinde yüksek ve düzenli maaş almaktaydılar. Sosyal bir devletin gereği olarak emeklilik (oturak) hakları, ihtiyaç fonu denilebilecek orta sandığı gibi bir yardımlaşma ve dayanışma usulleri de vardı.[123] Genellikle kırklı yaşlarına geldiklerinde belirli bir maaşla emekliye ayrılan Yeniçeriler, Osmanlı ticarî hayatı içerisinde rahat ve saygın yaşamlarına devam ederlerdi. Üniformayla dolaşmaya devam ederler, isterlerse kışlalarında kalabilirlerdi.[124]

Korucular ise, sefere çıkmayıp İstanbul’un ve ocağın güvenliğini korumak amacıyla görevlendirilirlerdi. Sefere çıksalar bile seferde muhafaza görevinde bulunurlardı.[125] Yeniçeri odalarını ve gemilerini korumak amacıyla II. Murad’ın sefere giderken Edirne’de ulufeleriyle birkaç kişiyi tayin etmesiyle başlamıştı. Başlangıçta sayıları az olan korucular zamanla ya ihtiyaca binaen ya da usulsüz uygulamalarla çoğalmıştı. Sigetvar seferinde İstanbul’da 80 korucu olduğu kesindir. Odaların Caiz kapısı ile Solaklar kapısını açıp diğer kapıları kapıları kapatıp, orada yatıp o kapıları beklerlerdi.[126] Kavânîn-i Osmanî’ye göre, Fatih Sultan Mehmed zamanında Edirne’de Yeniçeri odalarını beklemek üzere korucu tayin olmuş, Kara Boğdan seferinden sonra ise yaralı Yeniçerilerden korucu gediği oluşturulmuştur.[127] Eyyubi Efendi Kanunnamesi’nde ise Sigetvar seferinde 1000 kişi korucu ve mütekaid olduğu ifade edilmektedir.[128] Kanuni de, her ulufe dağıtımında Yeni Odalarda taht odasına gelerek burada bir süre oturur, oda zabiti olan Kul Kethüdasından 40 akçelik korucu ödeneğini alırdı.[129]

Mütekaid ve korucu olarak istihdam edilenlerin sayıları başlangıçta 1000’i geçmemekteyken daha sonraları yani XVII. yüzyılın başlarında 7000 sayısına ulaşmıştı. Bunlar ya İstanbul’da kalıyor ya da sefere gitse de çadırları kurmakla yükümlü olduklarından savaşa katılmıyorlardı.[130] XVII. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’daki Yeniçerilerin çoğu mütekaid veya koruculardan oluşan ortalama %30’luk kısmı[131] sefere katılmaktaydı.[132] Her kazada Yeniçerilerin üzerine serdar olarak bir ihtiyar korucu veya oturak tayin edilmişti. Sefer olduğunda o da İstanbul’a oda beklemeye giderdi. Ancak 1600’lerin başında korucuların sayısı çok olduğundan İstanbul’dakilerin yeterli oladuğu düşüncesiyle artık oda beklemeye de gelmemekteydiler.[133]

Risalede korucu ve mütekaid olanlardan şu şekilde bahsedilmekteydi: “…ta‘yîn buyurub bundan sonra bin beş yüz umûr-dîde ihtiyarlara tekâü‘dlük ihsân buyurub yigirmi dokuz akçe koruculuk virilüb ve kanun buyurdılar ki ne vakit padi[şa]hlar sefere gider ise beş yüz ihtiyar korucu ile bin nefer umûr-dîde teka‘üd ma‘an beraber gidüb bunlar cenge girmeyüb çadır bekleyüb bir kal‘anın alınması güç olub fethi müyesser olmayınca bunlar ile meşveret olunub ne gûne tedbîr iderler ise kal‘anın fethi müyesser olur”.[134] Görüldüğü üzere Kanuni zamanında binbeşyüz tecrübeli, işten anlayan ocak mensubuna emeklilik ihsan edilerek 29 akçe maaşla korucu tayin edilmişti. Padişahlar sefere gittiğinde bunlardan beşyüzünün korucu, bininin oturak olarak yanında gitmesi kanunu konulmuştu. Sıkıntılı bir durum olduğunda kendilerinin tecrübelerinden istifade edilecek derece itimat edilen bu görevliler, çadırları bekleyecekler, savaşa aktif katılmayacaklardı.

Kanuni döneminden sonra durumun değiştiği anlaşılıyor. Gereklilikler çerçevesinde istihdam edilen korucular ve tekaüdlerin bilinmez ki odalarının kiremitleri mi korunurlar şeklinde ifade edilecek kadar sayıca çok ve gereksiz istihdamından bahsedilmekteydi.[135] Bu durumun mali açıdan devlete yüklerini de göz ardı etmemek gerekir.[136]

7. Solaklar

Yeniçeri Ocağı’nın 60, 61, 62, 63. ortaları olan Solak ortaları padişahın muhafız bölükleri idi. Kanuni döneminden önce sayıları seksener iken Yeniçeri sayısının artmasıyla onlar da oda başına yüz kişi olmuşlardı. Gedik oldukları için biri ölmeden yeri boşalmayınca başkasına vermezlerdi. Dolayısıyla kesinlikle yüz kişi olurlardı.[137] Cesur, uzun boylu, tecrübeli ve sözü dinlenir, hitabet kabiliyeti olan Yeniçeriler arasından usulüne uygun, bilhassa XVI. yüzyılda seğirdim aşçıları arasından seçilirlerdi.[138] Kanuni, Solak ortaları dışından birinin Solakbaşı olmasını kesinlikle yasaklamıştı.[139] Savaş meydanında dört Solakbaşı ile dört Kethüda ve dört Odabaşı hükümdarın atının yularına ve eteğine sıkıca yapışarak 400 kemankeş Solak padişahı her taraftan çevirirler ve hatta Silahdar, Çukadar, Rikapdar ve Dülbent ağasını bile bu çemberin dışında tutarlardı. Onlardan sonra da Yeniçeriler kuşatırlardı. Bunların dışında hiçbir askere itimat etmezler, güvenmezlerdi.[140] Solakbaşı, hükümdarı yumuşak huylu ata bindirerek atın ayağına marbend veya pazubend bağlardı.[141] Solakların başlarında üsküf olup kaftanları beyaz, etekleri bellerine sokulmuş ellerinde yay ve bellerinde okluk (tirkeş) vardı, zırh gömlekli idiler.[142]

Solakbaşılığın ne olduğu, Solakbaşıların nasıl olması gerektiği hakkında risale bize şu bilgileri veriyor: “…ziyâde seğirden aşcıya Solaklık ihsân iderdi ve olur olmaz ademe Solaklık virmezler idi ekseri umûr-dîde oda başılara virilürdi ve genç ademe virmezlerdi oda başıların yolu Solaklıktır meğer ihtiyâr ola bir oda başı ana etmek virile ve dahi odanın çorbacısı fevt olub veyahut yolu yürüye oda başılardan gelme Solaklara virilürdi ve Yeniçeri Ağası ‘arz etmedikçe Solaklık verilmezdi ve bir çorbacı seferde şehîd oldukda Solaklık virilürdi ecnebiye ve neferâta ço[r] bacılık verilmezdi kanûndur ve Gâzi Hünkâr la‘net nâme yazmışdır ve Solak başılık dahi bir umûr-dîde ademe virilürdi zirâ Solak başılık bir ulu mertebedir ve gayetle söz bilür ve umûr-dîde ve her ahvâle vukûf olmak ve padişahların sözün anlar ademler Solak başı olurlardı…”.[143]

Solaklar konusundaki etraflı malûmatı Eyyubî Efendi Kânûnnâmesi’nde bulmak mümkündür. Kanunnameye göre, “kavânîn-i solagân: altmış ve altmış bir ve altmış iki ve altmış üç, bu dört oda solaklar odalarıdır. Her odada yüzer solak vardır. Ziyade ve noksan kabul etmez. Yevmiyye ulufeleri dokuzar akçedir. Eğer oda beklerlerse yarımşar vakıyye etleri dahi vardır. Cümle solaklar çorbacı gibi süpürge giyerler. Alay oldukda beyaz gömlekler ve dört yenlü kaftan giyerler. İki yenine ellerin geçirüb ve ikisin bellerine sokarlar. Ve ellerinde yay ve bellerinde kubur ile mükellef oklar götürürler. Ve hünkârın önünde piyade yürürler. Yollarıyla emîn ve kethüda ve solakbaşı olurlar. Ve 20 neferde bir düzenbaşıları vardır. Solakbaşılar semmur ve vaşak kaplu kadife üst giyerler ve sorguçlarına balıkçıl korlar. Ve atlarına zencir ve enselik ve gümüş özengi ve topuz ve sarı çizme giyerler. Seferde kangı yerde köprü vaki olsa inüp hünkârın selamına dururlar. Solaklardan gayrı her odada yüzer nefer yeniçeri olur. Gâhi ziyade ve gâhi noksan kabul eder”.[144]

Bir Yeniçerinin Hatıratı adlı eserde, “sultan kendi sarayında 600 tane de atlı Tatar bulundurur. Bunların iki kumandanı vardır. Bunlara garipler subaşıları denir. Bunların her birinin kumandasında 300 kişi bulunur. Bunların adı garip yiğitleridir. Yani yetim hizmetçiler demektir. Zira bunların hepsi sultanın yetiştirmesidir. Sultan bunlardan altmış gösterişli çocuğu seçer ve birlik halinde teşkil eder. Bunlar Solak adını taşırlar. Bu birliğin kumandanının adı Solakbaşıdır. Ulufesi günde bir altındır. Bu birlik oklarla mücehhez olarak sultanın önünden gider” bilgisi verilmekteydi.[145]

Kanuni dönemini anlatan Batılı bir seyahatname yazarı olan Nicolas de Nicolay da, ocak içerisinde Solaklara dikkat çekmekte, Osmanlı kaynaklarını teyit edecek bilgiler vermektedir. Ona göre, güçlü, yetenekli ve en iyi ok atanlar arasından seçilirler. Pala taşırlar, her an ok atmaya hazır bir şekilde altın yaldızlı bir yayı ellerinde hazır bulundururlardı. Padişah sefere ya da camiye giderken ikişerli gruplar halinde padişahın güvenliğini sağlarlardı. Padişaha asla sırtlarını dönmezler, sağ elini kullananlar padişahın solundan, solak olanlar ise sağından yürürlerdi.[146]

Solakbaşılarla ilgili risalede yer almayan hususlardan bir diğeri de, padişahın gerek sefer esnasında gerekse Bursa, Edirne, Belgrad gibi yerlerdeki gezintilerinde o şehir halkı ve esnafının padişaha ikram olarak geçtiği yerlere serdiği payendaz olarak adlandırılan halılar ve kumaşların iş bittikten sonra Solakbaşılar ile Silahdar ve İbrikdarının arasında paylaşılmasıydı.[147]

8. Silsile-i Merâtib

Kapıkulu Ocağı içerisinde zamanla ayrı bir önem kazanmış olan Yeniçeri Ocağı, belirli kanun ve kaidelere bağlı olarak hiyerarşik bir düzende varlığını sürdürmekteydi. Orta olarak adlandırılan her bölük hiyerarşik bir yapıda kendi başına özerk bir birim olarak yaşamaktaydı. Bu düzene uygun şekilde terfi usulü uygulanmaktaydı.[148]

Risalede talimhane hakkında bilgi verilirken Kanuni döneminde ocak ağalarının hiyerarşisine de değinilmektedir. Şöyle ki: “…Yeniçeriler Ağası yir öpüp tüfenk atardı verâsından Kul Kethüdâsı verâsından Sekban başı verâsından Zağarcı başı Seksoncu başı Turnacı başı ve dört Haseki ağalar ve Baş çavuş ağalar atardı verâsından birinci Deveciler başlayub ve çorbacılar başlarında yusufî sitâreler ile ve neferâtlarıyla Gâzi Hünkârın önünde tüfenk atarlardı ve nişân uran yoldaşlara Gâzi Hünkâr bahşîş i‘tâ iderdi cemâ‘atler ve bölükler tamâm oldukda Seğirdim aşcıları gelüb seğirdirler idi ve et kaparlardı ve ziyâde seğirden aşcıya Solaklık ihsân iderdi…”.[149]

Kethüda Bey, Zağarcıbaşı, Seksoncubaşı, Turnacıbaşı, Başçavuş gibi ocak ağaları, orta ve bölük kumandanlarıydılar. Bunlara, Ocak ağaları, Sanadid-i Bektaşiyan (Bektaşi seçkinleri), Ağayan-ı Bektaşiyan da denilmekteydi. Bunlar dışındakilere Yayabaşı, Bölükbaşı denilmişti.[150] Genel olarak ocağın en alt kademesinden başlayarak büyüğe doğru hiyerarşik sıralama şu şekildeydi: Küçük Müteferrika, Orta Müteferrika, Baş Müteferrika, Odabaşı, Baş Odabaşı, Yayabaşı, Baş Yayabaşı, Deveci, Baş Deveci, Haseki, Baş Haseki, Turnacıbaşı, Seksoncubaşı, Zağarcıbaşı, Kethüda Bey, Sekbanbaşı.[151]

Eyyubî Efendi Kânûnnâmesi’nde ise, “Başbölükbaşı, kethüda yeri olur. Badehu muhzır ağa, andan sonra haseki, badehu turnacıbaşı, badehu samsoncubaşı, badehu zağarcıbaşı, andan sonra kethüda bey olmak kanundur” denilmişti.[152] Ocağın son zamanlarına kadar ufak tefek istisnaî durumlar haricinde bu terfi usulü değişmemişti.[153]

Olağanüstü durumlar haricinde rutin görevde yükselme takvimi belli bir kanun çerçevesinde yürütülmekteydi. Silsile-i merâtibin değişimi Şevval ayının sonunda yapılmaktaydı.[154]

9. Ocaktan İhraç

Yeniçeri Ocağı, kendi içinde özerk bir yapıya sahip olması dolayısıyla koğuşturma ve ceza uygulamaları Yeniçeri Ağası’nın yetkisi ve bilgisi dâhilinde yapılmaktaydı.[155] Suç işleyen Yeniçerilere suçunun niteliğine göre tazirden idama varan muhtelif cezalar uygulanmaktaydı.[156]

Bu cezalar içerisinde ocaktan ihraç anlamına da gelen tımar vermek ocak mensupları için idamdan sonraki en ağır ceza olarak kabul edilmekteydi. Öyle ki Busbecq bile Türk Mektupları adlı eserinde, geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerini bildiklerinden Yeniçerilerin ölümden daha kötü bir ceza olarak algıladıkları merd-i kal’a veya merd-i tımar[157] ilan edilerek sürgüne yollandıklarını ve sefalet içinde yaşamaya mahkûm bırakıldıklarını anlatmaktaydı.[158] Risalede bu uygulamaya örnek olabilecek bir hadise şöyle anlatılmıştı: “…bir gün Gâzi Hünkâr meydana tüfenk atdırmağa gider iken odaların içinde at başın çeküb Kul Kethüdâsını celb idüb buyurdılar ki “ben sizi odalarıma üzerine nâzır ta‘yîn eyledim Harem-i hassımda niçün kelb gezer korsunuz” deyû azar idüb kapucuyu katl eylemek murâd eyledikde Kul Kethüdâsı rica idüb canın halâs eyledi mezbûr kapucuya bir tımâr virüb eline berât virüb ocakdan ihrâc buyurdılar …”.[159]

10. Narh

Osmanlı Devleti’nde halkın refahı için çeşitli sebeplerle yaşanan fiyat hareketlerinin dengelenmesi ve kontrol edilmesi maksadıyla uygulanan narh işi İhtisab müessesesinin sorumluluğundaydı. İhtisab müessesesi Osmanlı şehrinde günlük yaşamın düzenlenmesi amacıyla tesis edilmişti. Günlük zaruri ihtiyaçlarını halkın en uygun ve ucuz şekilde temin etmesi belki de en önemli göreviydi. Aynı zamanda devletin büyük merkezlerinin iaşesi de önemli işlerdendi. Temel ihtiyaç maddeleri olan, buğday, et, yağ gibi maddelerin yeterli ve uygun fiyatta bulunmasını sağlamak da muhtesibin göreviydi.[160]

Muhtesip olacak kişinin akıllı, zeki, ilim sahibi, uğurlu ve nur yüzlü kişilerden seçilmesi, aynı zamanda çarşı-pazarda malların kalitesinden ve fiyatından da anlayacak tecrübe ve bilgiye sahip olması gerekiyordu. İhtisap Ağası, sadrazamla irtibatı en sık görevlilerden biriydi. Her çarşamba sadrazam kola çıktığı zaman onun atının yanında değneğini tutarak yaya olarak giderdi. Sadrazam attan indiğinde Yeniçeri Ağası değneği alır ona verirdi. Muhtesibin esnafla halk arasındaki ilişkiyi düzenleyen icraatları arasında kola çıkmak, fiyat tespiti ve kontrolü olan narh başlıca sırayı almaktaydı.[161]

Islahat yazarlarının da üzerinde durdukları önemli konulardan biri olan narh[162] ve ihtisap müessesesi konusuna bu risalede de yer verilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman dönemine odaklanan bu risalede, Gedik Ahmed ya da 52. bölüğün aşçısı Ahmed Usta’ya çeşitli yararlılıklarından dolayı İhtisab Ağalığı ihsan edilmiş ve İstanbul’da etin beş akçeye çıktığından, diğer temel ihtiyaç maddelerinin pahalılığından dolayı bunun sebebini araştırması istenmişti.[163] Ahmet Usta sert tedbirler alarak piyasayı düzenlemeye çalışmıştı. Vurgunculuk ve fırsatçılıktan doğan karaborsanın önüne geçilmesi, piyasada mal ve fiyat dengesi sağlanması “…mezbur ‘aşcı taşra çıkdıkda kol idüb ol gün yigirmi adem salb idüb ve ertesi gün kol idüb sekiz adem salb idüb ve dördüncü günü Kassâb başıyı ve Kethüdâsını Etmekci başıyı salb idüb beşinci günü gördükim etmek vesâ’ir zahiremiz dağlar gibi yığılmış alur satar yok bir buçuk vukıyye etmek bir akçeye ve dibi kızıl mum on ikisi bir akçeye [bir] vukıyye lahm üç akçeye bir vukıyye revgan-ı sâde on bir akçeye vesâ’ir zahire bunlara kıyâs…” şeklinde aslında aşçı bir yana İhtisap Ağası’nın bile yetkileri[164] dahilinde olmayan durumlar ifade edilmişti. Risaleye göre Ahmet Ağa, hizmetlerinin karşılığı olarak beş yıl bu görevde kalmış,[165] daha sonra ikinci vezir, en nihayetinde veziriazamlığa getirilmişti.[166] Gedik Ahmed Paşa ismi İÜNEKN’de açıkça dile getirilmiştir.[167] Ahmet Paşa, haftada bir gün büyük kol ederek, Yeniçerileri Ağası, İstanbul Kadısı ve İhtisâb Ağası’yla un kapanına inip bir kile buğdaydan un yaptırmış, numûne olarak buna göre narh verilmişti.[168] Risalede 52. bölüğün aşçısı olarak ifade edilen Ahmed Ağa’nın Gedik Ahmed Paşa olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak, Gedik Ahmed Paşa, Fatih Sultan Mehmed zamanında başarılı bir kumandan olarak karşımıza çıkmakta, Sırp ya da Arnavut devşirmesi olma ihtimali üzerinde durulmakta, Yeniçeri Ocağı mensubu olduğu bilinmektedir. 1461 yılındaki beylerbeyiliğinden öncesine herhangi bir bilgi bulunmazken, İhtisap Ağalığı’ndan veziriazamlığa kadar yükseltilmiş olduğu sadece Kavanin-i Yeniçeriyan’da hikâyeleştirilerek anlatılmıştır.[169] İÜNEKN’de ise Kanuni Sultan Süleyman dönemi vurgulanarak Gedik Ahmed Paşa’dan bahsedilmiştir.[170] Hatta “…etmekciler kethüdâsın salb idüb Gâzi Hünkâra ‘arz olundukda ziyâde hazz idüb sürûrundan bi’z-zât kendüleri Mevlevî şekline girüb İstanbulu gezdükde mezbûr aşcıyı huzûr-ı şerîflerine getürdüb hil‘at-ı fâhire ihsân idüb ve bin altun in‘âm eyledi bundan sonra mezbûr aşcı kol itdikde gördü kim…” [171] şeklinde detaylandırılmıştı. Kavanin-i Yeniçeriyan’da, aşçı olan Ahmed’in koyun eti bulamadığından dolayı odaya gidemediği, görevin kendisine verildiği takdirde alacağı sıkı tedbirler neticesinde yiyeceğin bollaşacağı iddiaları üzerine Fatih Sultan Mehmed’in onu muhtesip yapması anlatılmaktadır.[172]

Daha evvelden de ifade ettiğimiz üzere, Gedik Ahmed Paşa tarafından zarar-ı nân ve zarar-ı lahm gibi temel ihtiyaç maddelerini satın alabilmeleri için para desteğinin sağlandığı vakf-ı nukud adı altında bir fon oluşturulmuş, bu fon onun yirmibirinci alaydaki aşçıbaşılık tecrübesine dayanılarak ihdas edilmişti. Paşa sadece askerlere mahsus kasaplar ve un pazarı (Unkapanı) açılmasını da sağlamıştır.[173]

Görüldüğü gibi Kanuni zamanına odaklanılan risalede Fatih döneminden bir örnek verilmiştir. Kaytaz’ın da ifade ettiği üzere, yazarın anlattığı bu hikâyede amacının tarihî gerçekliğin ötesinde terfilerde liyakatin, doğruluğun, dürüstlüğün ön planda tutulması, piyasa fiyat kontrolünün halka zulmedilmemesi anlamında sıkı denetimden geçirilmesi gibi başka kaygılarının olduğu düşünülmelidir.

Sonuç

Osmanlı askerî teşkilatı içerisinde yaklaşık 500 yıllık tarihiyle Yeniçeri Ocağı hakkında tespit edilen, gün ışığına çıkarılan ve bilim dünyasının istifadesine sunulan her kaynak mühimdir. Osmanlı askerî müesseselerinin zaman içerisinde değişim ve dönüşümünü izah etme noktasında yararlanılması zaruri olan, ancak oldukça sınırlı olan bu kaynaklar içerisinde bu risalenin şimdiye kadar Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Nüshası tespit edilmiş olup, İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi Nüshası ise bu risalenin bir nüshası olduğunun farkına varılmadan, farklı bir başlıkla çeşitli çalışmalarda kullanılmıştır. Bu eserin risalenin bir diğer nüshası olduğu tespiti tarafımızdan yapılmıştır. Elimizde orijinal metni bulunmamakla birlikte İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Hususi Kütüphanesi’nde yer alan nüshayı da burada zikretmekte fayda vardır. Bir diğer önemli husus ise TTK Nüshası’nın tespit edilerek bilim dünyasına duyurulmuş olmasıdır. Bu çalışmayla, Y/228 katalog numarasıyla TTK Kütüphanesi’nde muhafaza edilen ve sekiz varaktan oluşan bu nüshanın diğer iki nüsha ile karşılaştırmalı olarak tam metni de araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Bu nüshalar dışında farklı adlarla kütüphane kataloglarına girmiş veya hiç tasnif edilmemiş, hususî kütüphanelerde yer alan nüshaların da bulunma ihtimali vardır.

Kanuni Sultan Süleyman döneminden sonra yazılan ve yazılış amacı doğrudan belirtilmeyen risale, Yeniçeri Ocağı’na dair bir takım kanunları, kanun-ı kadim olarak idealize edilen Kanuni dönemiyle ilişkilendirerek üstü örtülü bir kanun-ı kadim portresi çizmekte, ocağın eleştirilen yönlerine dair eskiden nasıl olduklarını, padişah-ocak ilişkisi bağlamında hatırlatma amacını gütmektedir. Yeniçerilerin sadakati, kahramanlığı, itaati, hürmeti anlatılırken padişahın da ocakla bir olma, taltif ve ödüllendirme, askerin başında sefere gitme gibi hasletleri dolaylı ve sembolik anlatımlarla öne çıkarılmaktadır. Bu anlatımlarda, ocağın bozulan ve aksayan yönleri doğrudan doğruya açık bir şekilde ifade edilmemekle birlikte, bilhassa ocağa kanuna aykırı olarak yabancıların dahil edilmesi konusuna odaklanıldığı görülmektedir. Bu yönüyle risale, Yeniçeri ocak kanunlarına dair mevcut bilgilerimizi teyit ederken, yeni bilgiler de vermesiyle önem arz eder. Risalede, Kanuni dönemi gibi erken bir tarihte açıkça ve bizzat Sultanın ağzından Acem, Rum, Çingâne ve Göçebe Yörüklerin yanı sıra Yeniçeri olmayanların evlâdlarının ocağa girdiğini/girmeye çalıştıkları dile getirilmekte, ancak bunlara izin verilmediğinin altı çizilmekte, fakat bir taraftan da kuloğlu ve ağa çırağı gibi kişilerin daha Kanuni döneminde bedergah edilmesinin kabul gördüğü ve yaygınlaştığı belirtilmektedir. Öne çıkarılan bir diğer husus ise narh meselesidir. Temel ihtiyaç maddelerinin piyasa şartlarına uygun fiyata ve yeterli miktarda olması konusu, Gedik Ahmed Paşa’yı doğrudan işaret etmemekle birlikte onun aşçılıktan İhtisap Ağalığı’na, oradan veziriazamlığa giden hayat hikâyesi Ahmed Usta veya Gedik Ahmed olarak aktarılmakta, onun aldığı sert tedbirlerle piyasanın ferahladığı ifade edilmektedir. Ayrıca, kışlalara su getirilmesi konusu, askerin kahramanlıkları neticesinde mükâfat olarak padişahtan para yerine kışlalarına su yolları yapılmasını istemeleri hem kışlaların tamir ve imar faaliyetlerini göstermesi hem de askerle sultan arasında cereyan eden hizmet-taltif veya fedakârlığı mükâfatlandırma münasebeti noktasından mühimdir.

Eserini ne zaman kaleme aldığı, kime ithaf ettiği hakkında bilgi vermeyen risale yazarı, kendisi hakkında da en ufak bir ipucu dahi vermemektedir. Ancak, çeşitli hadiseler ile ocak kanunlarını anlatırken ocak mensuplarını isim ve lakaplarıyla zikrederek örneklendirmesiyle kendisinin de bir ocaklı olduğu veya bir ocak mensubundan duyduklarını aktardığı izlenimi vermektedir. Bunu, şahıs isimlerinde yaptığı yanlışlardan, tarihsel olayların gerçekliği kaygısı gütmemesinden ve zaman-mekan-şahıs çerçevesinde verdiği bilgilerden yola çıkarak söylemek mümkündür. Eser, sade ve anlaşılır üslûbuyla, yeri geldikçe canlı ve renkli anlatımıyla araştırmacılar kadar okuyucunun da ilgisini çekecek niteliktedir.

Kaynak :
 
Son düzenleme:
Üst Alt